18 Şubat 2013 Pazartesi

“GANGSTER SQUAD” FİLMİNİ GÖRDÜM DE... / Bedri Baykam



               26 Şubat’ta açılacak sergimin hazırlıkları için Paris’teyim. Dün internetten Silivri’de yaşanan rezaletleri izleyerek uzakta olduğum için daha da kahroldum. Mesafe, çaresizlik duygusunu arttırıyor. Silivri senaristleri yaratıcı. Hep “sözün bittiği yer” diyoruz, onlar yeni boyutlar icat ediyorlar...
            Geçen haftasonu, Holywood marifetiyle biraz kafa dağıtmak için asistanımla bir filme gidelim dedik. Saati uyan ve sunumunu beğendiğim tek film
“Gangster Squad” kalmıştı, biz de ona girdik.  Türkçe’ye  “Suç Çetesi” olarak çevrilmiş (kesinlikle “Gangster Mangası” tercümesini öneriyorum, afişleri tekrar yaptırma pahasına, dağıtım şirketi acil gözden geçirsin, diğeri alakasız kaçıyor). Zaten ana aktör Sean Penn olunca o film 2-0 önde başlıyor maça! Savaş karşıtı bindirmeleri, Bush’a yaptığı açık saldırılar, açtığı insan hakları kampanyaları, diğer yıldızlardan farklı duruşu ve yaşama geçirdiği birbirinden farklı karakterlerle o aynı zamanda bir “Büyük İnsan”, Robert de Niro’nun da dediği gibi.
           Filmin ana çizgisi çok olağan: Gerçek bir hikayeden esinlenilmiş. 1949’da Los Angeles’da terör estiren, uyuşturucu, kadın ticareti ve tehdit ağlarıyla tam bir Korku İmparatorluğu kuran, hiç kimsenin aleyhine tek laf etmeye veya şahitlik yapmaya cesaret edemediği mafya babası Mickey Cohen’in en dokunulmaz sanıldığı anda okları kendisine yönelten bir yiğit polis grubu çıkıyor ortaya. Bu yarı legal çetenin kurulma emrini veren Nick Nolte. Yani anlayacağınız gerçek yaşamda cesur “iyi adam” olan, Irak Harbi’nde Bush’a savaş açan Penn, bu filmde en kötü adam rolünde. Hem de öyle böyle değil, bir ihmallerinden dolayı cezalandırmak istediği kendi adamlarını bile işkenceyle öldürmekten çekinmeyen, kendine “gelişim” (progress)  özet tanımını yakıştırmaktan kaçınmayan, elinden gelse piyasada gezen paralara kendi adını vermeye kalkışacak bir kaçık! L.A. den başlayarak neredeyse ABD’yi mafya hatları üstünden işgal etmek isteyen bir sapık. Bizim ülkelerde “jön”lerimiz geleneksel olarak böyle kötü rollerden uzak dururlar ama Penn bu rolü öyle muhteşem oynuyor ki, orada aktörlere bir yaşam dersi veriyor. Cohen filmde bu kentin tüm güç odaklarına sızmış! Yani Valiler, hakimler, polisler, herkesi ele geçirmiş; kendi dokunulmazlığını yaratmış. Tüm bu sıfatları taşıyan insancıklar, sinekler gibi gidip bir koca pisliğe yapışmışlar. Basın ölüm tehdidi altında, siyasiler suskun... Sonra bir güçlü emniyet müdürü, herkesin yakasından çekip “bulaşma bu işlere” diye durdurduğu Josh Brolin’i yanına çağırıp “Takımını kur bu pisliği temizle, ama unutma arkanda bizi var saymadan” diye görev veriyor. Brolin karakteri de Cohen’e onun anlayacağı dilden üst üste darbeler indirip sonunu getiriyor.
           Tabii bu şematik bir özet. Detaylar sizi mest edecek. Bu filmi kaçırmayın derim. Tam bizim kanı saatte 15 km hız ile hareket eden festival sineması bağımlısı eleştirmenlerimizin nefret edeceği harika güzel akan bir film. Hikayenin sonunu söylememde bir sakınca yok. Cohen’i oynayan Sean Penn, son akış sahnesinde öyle bir dayak yiyor ki Brolin’den! Kendisi gibi bir eski boksörün kolay kolay hazmedemeyeceği ağır bir ders. Ve sonunda Penn dizleri üzerine çökmüşken,  her tarafı yaralarla dolu  ve yoğun yağmur üzerindeki kanla karışarak yeri boyluyor. Onun nerelerden, hangi dokunulmaz sandığı zirvelerden nereye kadar nasıl aşağılara uçup düşebildiği, onları şaşkın bakışlarla izleyen halkın aklına hayaline sığmayan bir sahne. Zar zor doğrulup “götürün şunu artık” komutunun polislere verildiğini duyan Cohen ise, “yaşadıklarına inanamayan” gözlerle ortalığı süzüyor. O anda insanlarda öcüye karşı korku bitmiş,  “yahu biz neden bunca zamandır bunları çekmişiz ki” sözleri yavaş yavaş ağızlardan dökülmeye başlıyor. İşte o an görülmeye değer. Franco’dan Al Capone’ye, Hitler’den Pol Pot’a, dünya bunun benzerlerini asırlar üstünden fazlasıyla yaşamış.
      
   “Gangster Mangası”, yani resmî adıyla “Suç Çetesi”, alınacak dersler içerdiği için kesinlikle görülmesi gereken bir film. Sonuçta halk üzerine inen demir perdeler kalktığı anda, daha şu kadarcık zaman önce yapay bir canavarın kendisini titretebildiğine inanamaz. Anti-kahramanın tam suç ortağı olanlar kımıldayamazken, 2. sınıf olanlar teker teker çevresinden çekilirler. İnsanlara "olağan yurttaş" cesaretleri geri geldiğinde ise olan biteni onca zaman nasıl seyredebildiklerini anlayamazlar. Bir de yaşananlardan sonra tarihin nasıl baktığı vardır. İşte böyle filmler yapılır, seyredilir, ama kimse inanamaz bu ortama seyirci kalanlara! İşte tarih, böylesine sendrom tekrarları içinde döner, gider!

Yazılı medyada yazarın izni olmadan yayınlanamaz..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.